01 Eylül 2017

Kaybedilmişliğinde Kaybolan Kadın






Birilerinin kaybedilmişliği olduğunu hatırlamanın verdiği sancılar çoktan unutulmuş, yapay oluşturduğu gerçekliği epey sahte ve kurumuştu. Nihayetinde yalnızca bir insandı. Herkesin odak noktası olma kaygısı, nereye kadar dilinde bir tat bırakacaktı ?

Kendi acılarına dayandırdığı gerçekliği, kaybedilmişliğinin verdiği bir gereklilik midir kim bilir ? Varoluşsal bir kaygıydı belki de sokağa düşen son yaprak tanesi olmak. Onu oradan kim koparmış, kim çoktan gri kaldırımlara salmıştı ? Parlak gençliği, bir sonbahar esintisinde ne çabuk koyboluvermiş, ne çabuk yıllara yenilmişti ? Sosyal olmanın verdiği gayret ne derece bedeninin çizgilerini gizleyebilir, ne derece kendisinde kaybolanları gün yüzüne çıkarabilirdi ?

Binlerce yıl önce yaptığı acemi seçimleri, şimdi bedel ödetiyor, yarınları şuan ki benliğinden ah ne çok şey koparıyordu. Ancak bu aşılamazdı, hiç olmadığı şey olmakla mükellef hissediyor, hisleri arzularını bastırıyordu. Yarattığı sosyal statü sarsılmamalı, yapay varlığı, acı gerçekliklerinde kaybolmamalıydı. İstemedikleri o kadar çok başına gelmişti ki, istediği kişi oluvermişti. Acı acı tadına varıyor, aptallıklarına kararlılık adını dayatıyordu. Bu hep böyle olurdu. Sıradan kişiliğini yüksek geliri ile orantılamalı, hiç yaşamadığı zevklerini, yaşamış gibi hissetmeliydi.

Kendisinin milyonlarca benzerinin yalnızca küçük bir su yansımasıydı, bir günaydın kahvesi için kaynayan. Şimdi aptallıklarını unutmalı, acıyan yanlarının aksini insanlarına göstermeli, onları sevmeli ve dinlemeliydi. Hiç sevmediği bu insanlar ona inanmalı ve yaptıklarına onay vermeliydi. Onlar yalnızca kendi yarattığı yalnızlığının küçük oyuncaklarıydı. Dağılan güvenlerinin birer kahve parçalarıydı, eriyip uyanmasını sağlayan, suyun hazır olduğunu işaret eden alkışlarla, uyandıran..
Uyan !

22 Nisan 2017

Ormanın Koynunda ki Uykusuzluk





Yudum yudum içmişti yıllarını. Varlığının akıp giden günlerini, haftalarla yıllarla harmanlamıştı. Hiç yakışır mıydı böylesine eşsizliğine, adeta bir karabasan gibi çöken yılların verdiği acımasızlık ?

Acelesi olmayan hayatı ne hızlı akıp gitmişti.
İnşaa ettiği düşlerine her dönüp bakışında bir yıkım silsilesi izlerdi. Kendi kendisinin varlık nedeni gibi kalakalırdı böylesi zamanlar. Nereden gelmişti ki nereye gidecekti ?
Yaşanmışlıklarından nasibini tepeden tırnağa almıştı bedeni.
Günü gelmişti ve ödemişti çoktan bedelini.Kapadığı hesaplarının açılan sancılarına uyanma vakti gelmekte, bir nefesin bile alınışını zorlaştırmaktaydı.

Geçmişi kadar belki de geleceği de etkilemekteydi, tam da nefes aldığı bu anı. Yaptıkları kadar yapacakları bir yana, belki de yapamadıklarının acısıydı bu.
Rüzgarda savrulan saçlarının telleri kadar narinleşmiş, ucu olmayan bir kalem gibi kalakalmıştı. Arada kıvrılan kaşların izleri derinleşmiş, sessiz ve sitemsiz yerini belirginleştirmişti.

Bir insan ne ile yaşardı ?
Kirpiğinin ucundan göz bebeğine düşmedi hiç acılı bir bakış. Hiç ödemedi dünün hesabını. Milyonlarca insandan biri olmanın verdiği saydamlığını bir şey sanmıştı. Yavaş akan hayatının aceleci tavrı can sıkmakta, seçtikleri kadar seçemediklerinin arasında kalmıştı.
Çarpık benliğini yansıtma vakti geliyor, kirli bir ayna kıvamındaki kişiliği, çirkinliklerini gizliyordu. 

Halbuki en nihayetinde sadece bir insandı. Kıskanılacak renkleri vardı teninde. Bir ormanın uykusu olmak onun seçimi miydi ? Şimdi telaşlı gözlerindeki yabancılaşmaya, hayatı bir dur demekte, ürkek ruhunu dizginlemekteydi.
Yeniden yerine koyamadıkları sessiz ve sitemsiz bir ormanın derinliklerinde, bir yılan gibi kıvrılıp bağrında yer etmişti. Doymamıştı, doyamamıştı...

10 Ocak 2017







Boş Bulunmuş Boşluk

Yatağından kalkmış olmanın verdiği bulantıyı tiksinti ile karşıladı aynadaki yansıması. Bazen bir aynanın insana ne çok benzediğini hatırladı. Gündelik insanların rutini çoktan başlamış, sokaklar insanlarla dolup taşmıştı. Bunca insan nereden geliyor, nereye gidiyor, bunu neden yapıyorlardı ?

Dışarıdaki yaşam kargaşasının hiç uğrayamadığı salonuna baktı. Bir ömür buradan akmış, yaşanmışlıklar dolup taşmıştı. Şimdi yaşadığı dünlerin yenisine ekleme vaktiydi. Ruhuna zindan olmuş bedeni, buranın esiriydi. Hiç çıkış yolu kalmamış, kendi yollarını bağlamıştı. Hiç bir şey yapmıyor, istikrarlı işe yaramazlığını günlerine yayıyordu. Ömür bir şekilde akmak zorundaydı. Süresinin dolmasına henüz yıllar olduğundan, geçen günlerine tiksinti ile bakmakta, minik umutları her geçen gün azalmaktaydı.

Azalan umutların çoğalan kaygıları bir bardak çay gibi sıcaklığını koruyordu. En kötüsü içerisinde bulunduğu bataklığı kanıksamış olması değil, insanlarından saklamış olmasaydı. Birilerinin dostu, kardeşi, sevgilisiydi. Kendisi dışında herkesindi. Ve içerisinde bulunduğu odası, aciz kişiliğinin tek sığındığı yerdi. Şuursuzca açık pencereden içeri giren sinek kadar özgür olamıyordu. Varoluşuna bir anlam veremiyor, insanlarla bünyesi kadar zayıf dostluklar kurabiliyordu.

Bitmeyen bir filmi tekrar tekrar izlemek kadar acı dolu bir ömürdü bu. Tanrının boş bulunmuşluğu gibiydi. Gezegenler arası dolanan minik taş olmayı ah ne çok dilerdi. Bir kahvenin telvesine buğulanan acı sabahlarındaki kalan tortu gibi oturup kalmaktaydı, bağrındaki ağırlık. Varlığının kapladığı hacmin ağırlığı da ancak bu kadar ederdi zaten. Tiksinti halini bir yorgan gibi doladı üzerine. Bitmeyecek günlerini bitirmekle mükellef, yeni bir güne uyanabilir, geçmiş milyonlarca hayattın üzerine kendisininkini de ekleyebilirdi. 






04 Haziran 2015

Su Tozlarının Ölümü





Şimdi güneşin doğmadığı günün sabahındaydı. Gökyüzüne oturmuş bulut, güneşi boğuyor, nefessiz kalan bulutlar ağlamaya hazırlanıyordu. Tarifi olmayan ve kestirme yolların çıkamadığı evinin renksiz odasında, kalan yaşantısına hazırlanıyordu. En ufak bir ışık parıltısı dahi yoktu, dört duvar arasında. Her zaman ki gibi uyanacak, zorunlu açlığını giderecek, giderilemeyen sorunlarının başına oturacaktı.

Zaman her zamankinden daha acımasız, alışkanlık haline getirdiği yansıması fazlasıyla bakımsızdı. Küçük elleri ile her an yaptığından fazlasını yapamayacak, yapmak istediklerini yine erteleyecek, ve nihayetinde yolun yine en başına döndüğünü anlayacaktı. Bu hep olurdu. Yaşayamadığı hayatının kesilen biletiydi belki de, her defasında aynı yerde duran bir trenin.

Yapay bir dünyaya açılı verdi, küçük bir ekran. Orada kendisine anlam bulmuş, mutlu olmuş heyecan duymuştu. Prematüre aşklarından, olmayan dostluklarına uzanan bir yoldu, yürümeye hazır. Yapabildiğinin en iyisini yapıyor, yitip giden hayatını parmaklarından aşağı akıtıyor durmak bilmiyordu. Ne yapabilirdi ki ? Yapabildiğinin en iyisi bu denmemiş miydi ?

Yapay hayatının renkleriydi belki de odasını aydınlatan. Damarlarından akan rengin, ötesini görür olmuştu elektriğin yarattığı yansımalarda. Varoluş kaygısını hep bu ekran gidermiş, giderirken de benliğinin yerine, olmayanı getirmişti. Giden geri gelmiyor, gelen gideni benliğinden silemiyordu. Acı bir kahvenin telvesine buğulanan sabahlarına ah ne çok güvenmiş, kendisinde olmayan hayatlara ne çok imrenmişti.

Ancak anlayamadığı, elektrik sinyallerinin oluşturduğu hayatının ötesine geçmesi gerekiyordu. Şimdi önünde iki yol, ya kalacak direnecek, ya mutsuz sevgisinin içinde daha da ezilecekti. Alışkanlıkları kollarını bağlıyor, bağlananlardan kurtulamıyordu. Bir insan kendisinden başka kime bu kadar eziyet edebilirdi ? Mutsuzluğun ziyafetini tadarken, damladı yaşlar. Penceresine dokunduğunda parçalanan su tozları kargaşasıyla, yitip giden hayatı güneşi doğuramıyordu. Ve odasının yer yüzüne oturmuş bulut, güneşi boğuyor, nefessiz kalan bulutlar ağlamaya hazırlanıyordu. Sevgileri ,serzenişleri yarınlarda ölüyordu...

22 Şubat 2015

Her Yolun Uzak Kaldığı Yerin Sahibi


Silik bedenlerin gölgesi nede güzel oynamaktaydı zihninde. Gözlerini kapadığında soğuk yatağı duyumsuyor. Olamadığı geleceğine neden olan geçmişi ile yüzleşiyordu. Hep bu olurdu, kendi kendine savaş açar, uykuya dalana kadar yenilginin tadına varırdı. Ne çok hayıflanmış, ne çok sızlanmış, sızılarını ne çok saklamıştı.
Sakladıkları yüzüne çarptıkça varlığından utanıyor, değersiz benliğine karmaşık duyguları birer hançer gibi saplıyordu. Bir insan kendisinden başka kim bu kadar zarar verebilirdi ki 
?

Soluk kırların üzerinden geçip gitmekteydi güneş. Karların ortasında biten bir kaktüsün çiçek açmasını beklemeyi kim neden söylemişti ? Güneşin yaktığı kayalıklardan çok uzakta şimdi soğuk yatağının ortasındaydı. Gözlerini her kapadığında geçmişin ayak izleri sesinde yankılanıyor, yapmak istediklerinden farklı olanlar gün yüzüne çıkıyordu. 

Yatağına hiç güneş doğmamış, yüzünü hiç sıcaklık yakmamıştı. Gerçekliği çarpıtan yalanlarının sıcaklığı kendinden başka kimi aydınlatmıştı ? Halbuki ne çok beklentileri vardı.Ancak izlemekle yetindi, bekleyenlerin gidişlerini. Birer birer  kalkıp gittiler, son durakta bekleyenler. Geriye vedaları ile bitmek bilmeyen sesleri kalmıştı.

Silik bedenlerin gölgesi oynarken fark etti, şüphesiz en savunmasız olan en ilk gidendi benliğinden. Görülemeyen onun sıkıntısı ön görülemeyenler ise ardındakilerindi. Ak kağıtları tırmalıyıpta vazgeçmişliklerinden  ziyade üç satır kara tırmıktı elinde kalan.Sesi görmenin verdiği alışkanlık duymak istediklerini vermese de yaşam sürmekte, uykusundan önceki son hançeri de aciz benliğine gömmekteydi.

Artık uykunun naif kollarına kendini bırakabilir, bir sonraki yenilgisine kadar gündelik hayatın kişiliği olabilirdi. Kalan yaşamın günlerinde aynı kişi olacak, geceleri hançerlerine yenilerini ekleyecekti. Yaşıyordu..
Sanıyordu ...

20 Ağustos 2014

Usanan çatlakların öyküsü


Tüm gün harcadığı enerjisi, ay sonunda ancak bir kaç bez parçası olarak bedenine oturuyor, üzerine makyajını yaparak dışarı çıkıyordu. Yüzünün simetriğini bozan anotimisine elbet uygulayacağı makyajı boldu.

Şimdi et parçalarının aralarına dalacak, sosyal hayatın içerisinde diğer asosyallerle sosyalleşecekti. Umduğunu bulamamış, bulduğunu unutalı çok olmuştu. Herkes en nihayetinde kendisi için var olmamış mıydı? Olduğunun ötesine geçme çabası, bedenini çarpıtıyor, çarpık bedeni her geçen gün daha da çatlaklara neden oluyordu. 

Sapsarı bir pasifikten epey bir uzakta, kendi küçük vagonunun büyük umutlarını bekleyen bir yabancıydı artık topraklarına. Öylesine bir yabancılıktı ki bu, yalnızlık kaygısı benliğini çekiyor, çekildikçe başka umutlara bakıyordu. Baktığı ile görmek istediği arasındaki farkı anlamasına ramak kala durdu. Durmaması gerektiğinde kaç kişi durdurmuştu? Hareketsizliğe yöneldiği anında, kim bilir kaç anı unutmuş, daha önce kaç kişi için unutulmuştu ?

Var olan duygularını toparlamış, tamamını tanımadıklarına yatırdığı andaydı tam da durduğu yer. Şimdi hep yaşadıklarını tekrar tekrar yaşayacak, umutlarını beklemekten usandıklarını anlatacaktı. Anlattıkça karşısındaki çatlaklarını görme umutlarını pekiştirecek, pekiştirdikçe onu daha da anlamaya çalışacaktı.

Tüm gün harcadığı enerjisinin yolunu tutmadan önce, makyajını tazeledi. Kim bilir belki de tazelediği yeni umutlarının kendisiydi. Kuruyan duygularını yeşertmek için döndüğünde, görecekleri göremeyeceklerinden fazla olacak, en nihayetinde yalnızlığının acısını, çatlaklarına gömülenlerle unutacaktı.

Ne yazık ki çatlaklar derinleşecek, derinleştikçe daha fazla makyaj yapacaktı. Artan kaygıları, çatlaklarından tekrar tekrar utandıracaktı. 

07 Temmuz 2013

TÜKÜRÜLEN SAKIZIN UYKUSU






Yoklukla inşa ettiği minik hayalini, bir anlık öfkeyle yerle bir ettiğini fark etti. En nihayetinde bir insandı. Kendi kendini ifşa etmekten de kaçınmadı gene kendisine. Böyle zamanları hiç sevmezdi. Bedeni ruhuna bir zindan gibi gelir öylece kalakalırdı. Her elektriği kesildiğinden odasına çöken grileri hatırlardı. Tüm zihnini tertemiz etmiş olmanın verdiği pişmanlık duygusunun adıydı bu.


Şimdi kendisini bir aynaya yansıtıyor, aynanın sabitliğinden korkuyordu. Varlığının farkında olmayanın, yokluğunu kavramak canını sıkıyordu. Çekilen dişin ağızda bıraktığı o boşluk etkisinden ne farkı vardı ?

Her insan yalnızca kendisi için var olduğundan, kendisinden sonra başlardı hayatları. Ancak hangisi eğri hangisi düz, hangisi yaz hangisi güzdü ? Nereye başlamıştı ki nereden biti vermişti ?

Yolda yürüyen insanlardan tek farkı, farklı olduğunu sandığı anlayışıydı. Geceleri birden camdan dışarı fırlar yükseklerden uçarak sokakları dolaşır kuş bakışı insanlara bakar rüzgarın tenine değmesine izin verirdi. Ancak birden yere çakılır uykular uyandırırdı. Bir kenara atılan sakızdan farksızdı. O da pek çok defa sakız fırlatmıştı gri yüzeylere. Şimdi bir sakız olmak mı koymuştu ? En nihayetinde rengi diğerlerinin renginden pekte renksiz değil miydi ?

Üzerindeki tükürüğün kurumasına fırsat kalmadan yeniden damlamaya başladı yaşlar toy zihninde...

Pis bir ağızda yoğrularak olgunlaşırken, ıslak sokaklarda yeniden arınma vakti çoktan gelipte geçmekteydi ...

EMREDİYORUM IŞIĞA GEL !



Gözü kör eden bir karanlıktı bu. Karanlık ne garip şeydi, evrende var olan her bir nesneyi maddeyi, karanlığın içine sığdırabilmek mümkün gibi duruyordu. Burası evrenin merkeziydi. Çağlar burada başlamış burada son bulmuştu. Milyarlarca canlı geçip gitmişti bu topraklardan, burası belki de tanrıya en yakın olunan yerdi eski bir kültürde. 
Karanlıktan öncesini hatırlamanın olanaksız olduğunu düşündü, gecenin tamda bu yıldızsız kör saatinde.Buraya ne zaman nasıl ve neden geldiğini bir türlü kestiremedi.Var olduğu andan itibaren hep burada bu karanlık sabitliğin içindeydi. Ve onun yumuşak ve soğuk sabitliğin de, bir anlık bir tramvaya girdi.

İçerisinde bulunduğu karanlık daha önce hiç kendisini rahatsız etmemişti. Aksine zihnine çoğunu unutacağı milyonlarca fikir doldurmuş, var olma sürecini hızlandırmıştı.Ama tam da bu zaman diliminde, bir yerlerde yangınlarla, fırtınalarla, devrimlerle , darbelerle uğraşırken insan oğlu. O kendisine daha da acı veren bir şeyle karşılaştı. Karanlığın karanlık olduğunu fark ettirecek   tek şey !

Bir ışık huzmesi ..

Minik ve çok uzaklardan gelen bu minik ışık tozları nasıl olur da oturmuş salt benliği böylesine derinden etkileye bilirdi ? Ve ne kadar da, karşı konulamaz bir çekiciliği vardı. Ilık sakin ve cilveli kırpışmalarında, vaat edilen şey, karanlıktakilerden çok daha renkli idi.

Karanlık artık ona dar gelmeye başlamıştı. Işık daha bir hizmetkar gelmişti, kamaşan gözüne. Evet ışığa gitmeliydi. Gitmek istediğinden emin olamıyordu. Ancak bir şeyler onu itiyor, belki de çekiyordu, Kontrolsüzce ışığa yöneldi, giderek ışık büyümeye başladı onu yutmasından korktu irkildi. Artık çok geçti.

 Burası hiçte o vaat edilen topraklara benzemiyordu. Burası soğuktu, dardı, pis bir kokusu ve rengi vardı. Renk böyle bir şeyse karanlık onu saklayarak akıllılık ediyordu.

Işık tüm bedenini sarmaladığı sırada, karanlığın acı bir iniltisi kulağına geldi; tekrar görüşeceğiz bebecik ! Bir nesne bacaklarından sıkıca kavradı ve etrafında ona bakan meraklı gözler içerisinde. Aslında ışığa gelerek ne kadar büyük bir ahmaklık yaptığını anladı. 

Ne yazık ki o gün o karanlığa tekrar dönebileceği en uzak gündü ... Hoş geldin bebek !


29 Mart 2013

Uzak Olasılıklar



Ne çok hayalleri vardı oysaki. Milyonlarca insan arasında zor olanı, kimsenin başaramadığını sandığı şeyi başaracaktı. Kendi hayatını kontrol altına alma çabası, acı çırpınışlardan öte gitmiyor, boğazına kadar boğulmuş oluşunu adlanlandıramıyordu.

Bir insan istediği şeyden nasıl emin olabirdi ki ?
Yüzyıllardır hep aynı şeyler anlatılmış, aynı şeyler yazılıp durulmamış mıydı ? 
Şimdi tam olarak dünyanın neresinde, tam olarak hangi yörüngedeydi ?
Buradan yönünü hangi tarafa dönüp ne kadar koşmak gerekirdi?

Vaad edilmemiş topraklar üzerinde yetişen bir fidandan ne kadar umut beslenirdi ? Benliği neydi ki bir anlam taşısın, varlığının farkındalığına varılsındı ? Ne yaptığını bilemiyor, yapmaktan da geri kalmıyordu. Dört duvar arasında bir minik pencere sayesinde aydınlanırdı odası. Karanlığının farkına aydınlık gelince anlar, şarap kızılı çarşafının üzerine sere serpe uzanınca başlardı yalnızlığı. 

Hayatın zor olduğunu kolay yollardan anlamakta ısrarcı, var olanla yetinmeyip fazlasını istemekte istikrarlıydı. Hep daha iyisi işlenmişti, işlenmemiş zihnine.

Yavaşça doğruldu yatağından, başlamak hata, başlayamamaksa bir ızdırap gibi olurdu böyle zamanlarında. tuhaf ithamlar eder gitmediği yerlerden söz ederdi. Yalandan kurmuştu ne çok hayalleri. 

Milyonlarca insan arasından zor olanı, herkesin başardığını başaramamaktı asıl sıkıntısı ... 

09 Haziran 2012

USANMA ARZUSU





Şimdi bir kelebeğin koza halindeki yaşanmışlıklarını, ve kozasını geride bırakarak yeni bir hayata başlaması gibi yeniden var etmesi gerekti, kurgulayamadığı dengesini. Kelebek ki zamanı değil anı yaşamaktaydı. her bir an bir insanın ömründen bile uzun gibiydi. 


Koza halindeki 'hali' ki kimselerce fark edilmiyor, daha az başarılı oluyordu. Hırsı ise var oluşundan daha kemirgen idi. Parça parça etini kemirir, her bir minik ısırık uykularından ederdi. Kendi kendisine yeten biri olsa da evrimleştikçe varlığından uzaklaşma tabiata ayak uydurma çabası, benliğinden etmekteydi. Kendisi neydi ki ne olmuştu. Kanatlarının güzelliği bir kaç an kadardı. Ağır ağır havalandıkça dünya küçülmekte , en nihayetinde geri döndüğünde, aynı yere inecekti.


Gidişi ile dönüşü arasında ki o kısacık anda çok şeyin değiştiğini görecek. Anlayacaktı ki daha iyisine sahip olma arzusu, gözünü döndürecek, istemediği her şeyi kanatlarında götürdüğünü geç fark edecekti.Ve Anlayacaktı ki kozası çoktan minik kemirgenlerin eline geçmiş, ölüme yaklaştıkça kozası onu öteleyecekti. Ötelendikçe kozasını geride bırakıp yeni bir hayata başlaması gibi, yeniden var olması gerekecekti. Ancak ne kozası nede kanatları bu yükü taşıyabilecek güce sahipti. Bitirdiği yer başladığı yerden pekte uzak olmayacak ve sonunda doğmamış evladından tekrar tekrar utanacaktı.

26 Mayıs 2012

HANCININ SANCISI (KUKLA)


                                 


Kendi kendine çekildiği zamanlarda ilk var oluşuna döner, milyonlarca saniyeye mal olan ömrünü kulpu olmayan dolabının askısına asardı. Ayak parmaklarından başlayarak santim santim çürümekten de alıkoyamazdı benliğini. Kendi kendisini yemesi çok önceleri birileri tarafından öğretilmemiş miydi ? Midesini bulandıran düşüncelerin, bulanıklığını tatmış oldu o an. Denizin kudurmasına ve dalgalarının toy zihnine vurmasına pek az kalmıştı.En soğuğu duvara dayayınca anladı belini. 


Bir milyon yıllık varlığını nasıl olmuştu da bu hale getire bilmişti. Ayağını bastığı dünya yalnızca onun için var olmamış mıydı ? Kendi kendisine ızdırap çektirmek bir erdem miydi ? Boş kalbi kaç yolcuyu konaklamıştı, ne istemişti ki önüne koymuşlardı bu kuklayı .


Hep kukla oyuncaklardan korktuğunu hatırladı. Çünkü hep saydam olarak hayatına giren canlılar yakmıştı canını ondandı korkaklığı. Gizli bir yılan gibi yuvalandı içinde keder. Gideceğini bile bile her misafiri kabul etmek bir hancı olmanın verdiği bir sancı olabilir miydi? Buz gibi bekleyen bir duraktan farkı neydi ki, varlığı bir anlam taşısındı. Kuklaları kolay kabul edebilirdi de ötesi zor gelmekte, sessiz arzuları oyun haline gelmekteydi. Kuklalar ki aynalardan farksız sadece kendileri için var olmuşlar, yalnız gelenleri birer kukla gibi kullanmışlar. 




Peki ya şimdi hancı ne yapmalıydı ? Öncesinde de kimse yoktu şuan kendi kendine çekildiği zamanlarda da. Her ne yaparsa kuklada onu yapmakta, varlığını ortaya koymaktan kaçmaktaydı. Halbuki oyunları büyüyen hancı küçülecek oyunları küçülen kukla büyüyecekti. Sadece hancıya mahsus bir oyun değildi bu, ondan sonraki durakta kukla duracak ve oyunsuzluğunu, oynanan oyuna göre oynayacaktı. Oynadığı an başlayacaktı yalnızlığı, amaçsızlığı. Hancı misafirinin gitmesinden korkmaktaydı, ondandı çift kişilik yalnızlığı.


Hancı beceriksiz, kukla fazla isteksizdi. Ancak tüm bunları kukla, ıslak tecrübelerinden biliyor, kendini kukla haline getiren yaratıcıya kızıyor, kızgınlığını hancıdan çıkartıyordu. Kızgınlığına tüm zehrini boşaltıyor, hancıdan tüm nefretini alırken elinden geldiğince sessiz davranıyordu, çoğu zaman gülümsüyordu bile. Hancının bulantısı kukla için oyundan farksız mıydı ? Ve hancının sancısı, kalabalığının içinden gelen yalnızlığından öte, gözlerinin parçalı bulutları ve yalnızlığına yansıması olamaz mıydı ?
  

06 Mayıs 2012

DÖRT DUVAR ARKASINDA



Dört adet duvar bir araya gelip bir odayı oluşturuyor. Birileri yatağı icat etmişti, köşede fazla yer kaplamayacak şekilde duvara dayanmıştı. Diğer icat edilen ve seri üretime geçirilen eşya adlı parçalar odanın çeşitli yerlerine dağıtılmıştı. Bir insandan daha fazla yer kaplamaktaydılar. İnsanlar için icat edilmişlerdi. İcat edenlerse diğer icat edilen şeylere sahip olabilmek için bunları icat etmişlerdi. Devamlı bir şeyler icat ediliyordu. 




Duvarının renkleri bile icat edilmişti, dayanıklıydı pürüzsüz bir yüzeyi vardı, ve babacan bir ifadeyle tüm heybetiyle odanın şeklini oluşturuyordu.Duvarın sol köşelerinin birinde yatak vardı. Yatakta uyumak için bir çarşaf yastık ve yorgana ihtiyaç vardı. Her birinin icatlarından sonra çok fazla üreten olduğu için al benileri olmak zorundaydı ve her biri farklı özelliklerde ve renklerdeydi.


Ancak göz aşinalığından olsa gerek renksiz gelmeye başlarlardı zaman zaman. Her gün bu odaya gelir, bazen nefret eder her şeyi yıkıp dökerdi. Kendisini boğduğundan hayıflanırdı. Ama orada kalabilmek için oraya her ay para basmaktan da kaçınmazdı.


Nasıl bir çelişki olursa olsun bu oda kendisinindi. Buraya gelip kurulmuştu ve mülkiyeti oluşturmuştu. Kendisinden başka kimse oraya giremezdi. Yalnızlıktan bunaldığı o günlerde de insanlar oraya giremezdi. Girmesi için onunla tanışmış olmak şarttı. İnsanlar birbiriyle tanışmadan konuşmazlardı bile.


Tüm bunları düşündüğü anda kapı çaldı....


Kapı nede güzel bir icattı. Hele çalan zil. Kalbi pır pır etmeye başladı demek hayatta yalnız değildi. Birileri onun yalnızlığına ortalık için gelmişti. Saçını düzeltti üstüne başına baktı, gitti kapıyı daha kolay açmak için icat edilen kulpu aşağı indirdi. Kapıyı ve zili icat eden kişiye şükranlarını ilan edeceği o sırada, karşısında ona asık suratla bakan kapıcıya baka kaldı. Çöp saati vaktinden erken gelmişti.


Çöpleri toparlarken içine ahmaklığını ve az önce yaşadıklarının trajikomik ifadesini de ekledi. Tertemizdi artık . Evi de kendi de, zihni de....

31 Mart 2012

ISLAK KÖPEK KOKUSU İMPARATORLUĞU ! 2 ( İKİNCİ BÖLÜM)



Biran durdu düşündü, Yıkık bir sokağın hemen başındaydı bu sokağı hiç sevmemişti, yaşayan insanlar ona kötü davranmazlardı. Hiç bir şekilde davranmadıkları için kötü de davranmamışlardı. Ancak o boş, ne yapacağını bilemediği günlerde, zaman durur insanlar hızlanırdı. Kuyruğu yere yakın kaldırımın başında bekler sessizce etrafa bakardı. Yalnızca dururdu. Durmak bir eylem olabilir miydi ?




İnsanlar birer eve muhtaç canlılardı. Kimiside dışarıya muhtaçtı akşamları. İnsanlık uyurken uyanırlardı. Ancak hiç eve muhtaç olmadığını fark etti. Öyle zamanlar olurdu ki, hızlıca yol aldığı o  uzun zamanlar, bir yere varmadığını, her hangi bir yere yaklaşmadığını anlardı.


 Her şey ya çok uzakta yada fazla yakındı.Evet şanslı köpekler elbette vardı, varacak bir yerleri olduğundandı şanslılıkları. Sokak köpeği olmak, evin adresini kaybetmekten pekte farklı değildi. Büyük kültürlerin her zaman büyük çöpleri olmuştu bu sıkıntı değildi, yemek bulunurdu. Yıkık dökük evleri çoktan evsiz insanlar sahiplenmişti. Onlara kendisinden daha çok acırdı.




Yazık, onlarda az önce o göçükler altında kalmışlardı. Normal insanlar gibi ölmüşlerdi belkide biraz şanslılardı. 




Bu sokakta kaybetmişti diğerlerini. Birinin boynunda fazlasıyla sıkılmış bir ip vardı. Ev sahibi olacağını düşünmüştü. ip sahibi olabildi. Çöp tenekesinde idi cesedi. 


Biri yanlış zamanda yanlış yerdeydi, insan enikleri peşine düşmüş zorla dövüştürmüşlerdi. Dövüşmeyi bilmezdi. Bilgisizliği de getirdi ecelini. 




İnsanlığı öldürmenin güzelliği acı bir tat oluşturdu dilinde. Evet nefretini dökebilmiş, geçmişin tüm pis izlerini silebilmişti. Ancak silinenler,tüm geçmişini de silmişti. Makus talihi insanlığa yenilmişti ..

22 Mart 2012

ISLAK KÖPEK KOKUSU İMPARATORLUĞU ! ( BİRİNCİ BÖLÜM)







Büyük bir bina büyük bir gürültüyle yıkıldı. Yıkılırken, varlığının farkına varmayanlar da bir farkındalık yaratabilmişti. Kenarları şeritli yollar büyük bir gürültüyle ikiye yarılmaya başladı. İçinden bir şeyler çıkacak gibiydi.Çıkacak olanı, toz duman bulutu içinde görmeye imkan bile yoktu. O güzel arabalar birer yaprak parçaları gibi dağıldılar dört bir yana. kargaşa içinde etrafa kaçışırken bastıkları yerler birer mayın gibi patlıyor insanları tıpkı arabaları gibi, dört bir yana fırlatıyordu. Evlerinde olanlar, odalardan odalara koşuyor bastıkları zemin göçüyordu. Hiç tanımadıkları alt komşularının odalarına konuk oluyorlardı. 


Gökyüzünden yere gök yüzü çöküyordu. hava akımı göğü delip yere çarpıyor, Tüm pislikleri havaya kaldırıp, gözlerini açmaya çalışan insanların irislerine yapışıyordu. Binaların camları patlıyor dükkanların alarmları kulak yakıyordu. Kadınlar topuklu ayakkabılarının azizliğine uğrayıp yere yığılıp ölüyor, erkekler kadınlarından ziyade kendi bedenlerini bile koruyamıyorlardı. Evlatlar ailelerinden habersiz bir yerlere düşüyor, gökyüzü güneşe sırtını dönüyordu. Sabaha hiç bir şey kalmayacak. Bir milat son bulacak, medeniyet kendi mezarına bile ulaşamayacaktı.


Ve sesler derinden daha da derinden geliyordu. Bu bir savaş mıydı ? Doğa öcünü mü almaktaydı ? Uzaylılar mı istila etmişti ? Tanrılar mı kızmıştı ? Belkide hepsi aynı anda oluşmaktaydı. Bütün insanlık hayatta kalma çabasında, bir oraya koşuyor bir buraya koşuyor, ancak ya arabalarının evlerinin altında kalıyor, yada pisliklerinde boğulup ciğerlerini kuru tozla dolduruyorlardı.


Evrimleşme sırası tüm bunlara neden olana geliyordu. Ve o kendi zincirinin son halkasında ıslak köpek kokulu insanlara bakıyordu. Kendisinden geliyordu bu koku. Bu insanlığa bir armağanıydı.


Tüm insanlık dev enkazlar altında yok olduktan sonra minik patileriyle Üzerlerinden geçmeye başladı, meğer insanlığa son vermek bu kadar kolay olmuştu huzurluydu.  yapılacak çok iş vardı. Artık daha sakindi ....





07 Mart 2012

DUYGUSAL TÜL PERDELER İÇİN DURMADI HİÇ O ARABALAR



Hiç bir zaman bu yanılsamaya düşmekten kurtulamadı. Yılın sonbahar mevsiminde, evine doğru seyrederken önünde yürüyen kıza kaydı gözü.Sakin sakin ve herkes gibi ilerlemekteydi, yürümekte olan insanlardan bir farkı yok gibiydi.

Kenarda geçmekte olan araba kızın önünde durdu. Bekledi, bekleyen arabanın kendisi gibiydi. Bekleyen arabayı beklemeyen kız, şaşırdı afalladı, hızlı adımlarla arabaya yaklaştı. Arabanın bir şahsiyeti varmışcasına ön camına eğildi. İçerideki ile konuşmaya başladı. İçerideki kimdi ? Sevdiği birimiydi, yoksa sadece bir komşusunun işinden dönmekte olan, görünce önünde duran eşimi idi ?

Bunun hiç bir önemi yoktu herkeste olduğu halde, çok değerli ve eşsiz olan bu önünde duran araba sahibini de değerlendirmişti. O araba hep gitmeliydi, gitmeyip kendisi için beklemişti bu önemli bir şeydi. Kendisi için duran arabayı bekletmek ayıp bir şeydi. Yol boş olsa bile yollar sakin olsa bile, araba her zaman bir kaç metre önünde durur, insanlarda hızlı adımlarla koşarak arabaya yetişirdi. Şahsiyet sahibi bir araba,fark etti ki kendi şahsiyeti için hiç beklememişti. 

Önünde az önce yürüyen kız o arabaya binip gitmişti.O artık yürüyen insanlardan biri değildi.Bu olguyu kabullenmek istemedi ve; bir ilk bahar akşamında açık camdan içeri giren rüzgarın, tül perdeleri titretmesi gibi titredi bu aciz bedeni ...

04 Ocak 2012

GÖREMEYEN TEK GÖZ ODA VE SAKİNİ


Ve bir an durdu bekledi , hiçbir şey yapmamak bir fiil olabilir miydi ? Hiçbir şey yapmadığı tam o anda yedi milyon insan ne yapmaktaydı ? Neredeydi onlar ? Yalnızca var olmak insan olmaya yetmemekle birlikte anladı ki tıpkı kendilerini var eden atom parçacıkları gibi onların oluşturduğu bu bedenlerde doğru olan 'şeyin' derdindelerdi.

Gün henüz geceye yenilmemişti ve odasına vuran soluk gün ışığının altında lambayı yakıp yakmama arasında gidip geliyordu. Hayatında mutlu ve güvende olduğu tek yer bu tek göz odasıydı. Ve bu tek göz görmeyeli epey zaman olmuştu, ondandı karanlıklığı .

Dışarıda tanımadığı insanların sesleri yankılanmakta şuan da dünyada yalnız olmadığını hatırlatmaktaydı. Yalnızca yatağına uzanmış karşı duvardaki çivi izine bakıyordu. Onu oraya o yapmamıştı. Bunca şeyi yaşadığı bu özel ev bir başkasına da aynı şeyleri yaşatmış ve paylaşmış olmalıydı. Kendisi geçici ev kalıcı olabilir miydi ? Bu oda hep burada olacaktı.


Eğer yeni arabasını insanlara göstermek istercesine, ulu orta yere park etmeseydi. Sorunlu üst komşunun sorumsuz kocası eski pikabını o yoldan geçirecek, eski model bir pikaba ait o eski model korna sesi hemen önündeki binanın camında içeri dolmayacak, ve belkide korkarak yerinden fırlayan tek göz odanın sakini, lambaları yakıp, çivi izinin üzerindeki etkisini kabullendikten sonra üzerine, hiç izlemediği filmin posterini yapıştırabilecekti.


....


28 Aralık 2011

İNİŞ İZNİ İSTİYORUM !!



Evet evren bir sabun köpüğüydü ve saniyenin milyarda biri bir hızda, mevcut kütlesinin akıl almayacak bir hızda genişlediği sırada. o sabun köpüğünün kim bilir neresinde kendi Samanyolu'nun güneş sisteminde kendi dünyasının kendi ülkesinde tıpkı bir hücreye bulaşmış bakteri gibi görünemeyecek küçüklükte bir bankta kıvrılmış oturmaktaydı. 

Derinlerden hissettiği o ses bu kez dibinde biti vermişti. Birden etrafına baktı boş bir şekilde, etrafında var olan her nesnenin bir anlamı vardı, ve bu anlam denizinde sanki tek anlam taşımayan 'şey' kendisi idi. Beynin arkasından biri bir şeyler enjekte etmiş ve kafasını bulandırmıştı sanki. Bu vücut kendisine ait değildi !

Kalbi bulunduğu yerden kopmuş vücudunda başı boş dolaşıyor, elleri titriyor, kontrol edilemeyen titremeleri bedenini sarıyordu. Şuan sözlük karıştıranlar sersemlemek kelimesini arasalar şuan ki hali belirirdi. Yer çekimi ayaklarının altından akmak üzereydi. Ve ölüm sessizce dizlerine oturmuş onu bekler gibiydi. 

Ona sarılmak yada kovalamak ikisi arasında gidip geliyor, hızlı düşünen beyni bir karar vermesine izin vermiyordu. Yer çekimi etkisi şuan üzerine bastığı gezegenin kütlesiyle doğru orantılıydı. Birileri bir yerlerden dünyayı kaza kaza küçültmüş olmalıydı. Kütle azaldıkça yer çekimi etkisi de azalmaktaydı. 

Yükseklerden boşluğa hızla düşüyor hava akımı derisini ısıtıyordu. Sertçe yere çakılıyor eklem kemikleri vücudunu bıçak gibi kesiyor, bir yığın gibi kala kalıyordu. Birileri tutup tekrar bir yerlerden aşağıya fırlatıyor hiç durmadan ölüp duruyordu. Her yere çakılmasında çıkan o garip ses bulanık zihninde yankılanıyor. Ona birileri adını fısıldıyordu. Fısıltılar zihnine bu kez fırtınaya yakalanmış gemi gibi dolmuştu. Bütün camlardan içeri tonlarca su boşalıyor. Nefes almasına izin vermeden tekrar tekrar onu boğuyordu. Ateşte de yansa suda da boğulsa biliyordu ki nefes alamadıktan sonra ölmemek mümkün değildi. Atmosferdeki hava atomlarını bir nebze içine çekebilmek için çırpındı durdu. Ancak başarılı olamadı... 

Panik atak krizi zihnini bu kez hazırlıksız işgal etmişti !

25 Aralık 2011

SAKINCALI YANSIMALAR



Ve bir an durdu bir daha bir daha düşündü. Ne zaman bir ambulansın yüksek desibelli sirenleri beynine hücum etse, ne zaman bir gencin ölüm haberini işitse aynı şeyi düşünür, aklının karanlık odalarının kapılarını sonuna kadar aralardı. Var olmak kolay, yok olmak belkide zor geliyordu. Hayatını kendi bedeninde yaşamak objektiflikten tamamen uzaklaşması, hayata tamamen odaklanmasına neden oluyor, kendinden öncesinde milyonların aynı hayatı yaşadığını unutturuyor gibiydi.

İnsancıkların yıllarca, bir kaç saniyelik 'anı' (yaşamın sonunu) beklediğini fark etmek, yıllar önce annesinden yediği şiddetli bir tokat gibi titredi toy zihninde. Hiç daha önce böyle olmamıştı. Şaşırdı bir an irkildi.Sanki kendi bedenine yabancılaşmış, başka bir 'beden' de aynı 'benlikte' bütünleşmişti. Kolunu kaldırmak istediğinde, yabancı bir ele bağlı olan yabancı bir kol havalan maktaydı. Aynaya bakmaya cesareti yoktu. Demek insanlar her gün bu canlıya bakmaktaydı.


Su sıçradıkça aynada izler bırakmış, silinmedikçe de o izler kalıcı olmaya başlamış ve hiç bir şey gösteremez olmuştu. Pis bir ayna bir insan oğluna ne kadar da çok benzemekteydi. Tıpkı baktığı ayna gibi yabancıydı artık baktığı cisme. Bir tepki bekledi yansımasından, ufak bir hareket, belkide hafif bir mimik hareketi. Tıpkı kendisi gibi hiç hareket etmedi yansıması. Belkide duygularını yansıtamaması gibi kendisine de kimse bir şey yansıtmıyordu.


 Belki de bu ayna yansıttığı şeyden ziyade yansıtamadığı şeylerin pisliğini taşıyordu ...







15 Aralık 2011

HER ŞEYİ MAHVETME ENSTİTÜSÜ (son bölüm) Göz ve görme eylemi


Yaşlı adamın genç evladı, bilinç altının binlerce ordusuyla donanmış genç kızın karşısına geçti, yapayalnız ve çaresizdi. İçerisinde bulunduğu bu duruma hem karşısındaki neden olmuş, hem savaş ilan etmiş, hemde çoktan kazanmıştı. Hemde tüm bunlar bir çırpıda olmuş ve şimdi yalnızca işi resmiyete dökmek kalmıştı.

Ağzını açamadan olan olmuş ve orduların kumandanı optik bir yanılsamadan dolayı, iğrentisini dile getirmiş oldu. Ve dedi ;
varlığın varlığım içerisinde anlamsız ve manasız. Ne etsen ne eylesen zahit. Gayrı uzatmayasın sözü. Madem ki yenilgi sana ait  , uzat ki basayım bağrına zaferimin mührünü.

Ordularını saldırmaya gerek bırakmadan genç kız arkasını döndü. Soyutlaştırılan ve anlamsızlaştıran yaşlı adamın daha yaşlı evladı, ardından baka kaldı.
Tek söz bile etmedi. Uykusuzluğunu, acı kahveler ve sigara dumanlarıyla bütünleştirmekten öte ne yapabilmişti ki ?

Savaşın eşiğine sürüklenen ülkesi, milyonları etkileyen hükümetlerin kararları, suçsuz yatan onca esirler için açılmış kulüplerin eylemleri, ve sancıları artan kadının bebek beklentisi hat safhaya ulaştığı sırada, dünyanın ne kadar boş olduğunu geçirdi, garip bir şekilde içinden.

Ve aklından yalnızca tek bir soru geçti. Bulantı ile mücadele eden çatlamış zihninden. Optik bir yanılsama nasıl bir geleceğe müdahale biçimi idi ?

10 Aralık 2011

YİRMİ ALTI ADAM VE BİR KIZ. (birinci bölüm)


Her biri bir diğerinden farklı,hepsi bir birinin aynı insancıklar dı onlar. Eski bir evde 26 sı da bir arada yaşıyor, geçici yaşamlarında hayatta kalmaya çalışıyorlardı. Çalışıyor çabalıyor ancak benliklerinin ötesine adım atamıyorlardı.

İkisi insanların unuttukları eşya ve anı parçalarının peşindeydiler. Ahh unutmak insana bahşedilmiş en güzel duyguydu. Yoksa yaşanılan onca acıyı dün gibi hatırlamak nasıl bir ızdırabın adıydı. Neyse ki tanrılar bunu akıl edebilmiş ve insanları unutmayı öğretmişti. Ve insanlar öngörülenden fazlasını unutur olmuştu bunu unutamadan. Ve bu ikisi unutulanları unutmamak taydı kalabalıkların arasından. Boş bir bank yada bir otobüs durağında. Her nerede olursa ..

Yedisi birden bembeyaz kıyafetler içerisinde cansızlığı canlandırmaktaydılar canlıların en kalabalık olduğu canlılık içerisinde. Hiçbir şey yapmadan bir şeylerin peşindeydiler. Bembeyaz yüzleriyle bembeyaz kıyafetlerini giyer cansız modelliğin canını okurlardı hemde hiçbir şey yapamadan.

Altısı birden okula gider gündelik hayattan uzaklığı öğrenirlerdi. Olamayacakları şeylerin peşinde gitmek için eğitilmişler di ve eğitilmekte lerdi. Her sabah evdekiler onları sıkıca giydirir, tüm olmak istediklerini yirmisi birden onlardan beklerlerdi.

On biri ise hayattan son arta kalanlardı. Kırışıklıklarının unutkanlığında kalmış kendilerinden başka kimseyi hatırlayamamış insanlardı on biride her sabah unutulanları toplayanların bir gün onları da unutanları getirmelerini sessizce hayal eder. Hiç bir şey yapmayanlardan daha akıllı olduklarıyla övünürlerdi. Geçmişlerinin gelmesi umudunu ikisine bağlamışken geleceklerini de altı okulluya bağlamışlardı. Onlardan rahatı yoktu. Kendileri dışındaki herkesi özümsemişlerdi..

Ve iki güne bir bu erkek yığını eve küçük bir kız çocuğu gelirdi. Geldiğinde neşe ve kendi geçmişlerini, hayallerini, yapamadıklarını getirirdi. Bu yirmi altı adamın ondan başka kimsesi kalmamıştı. Ve ondan ötesi de gelmemeliydi ...